MATRUŞKA BEBEKLER / Mustafa Balel

چاپ ایمیل تاریخ انتشار:

MATRUŞKA BEBEKLER / Mostafa Balel

 Salih Efendi ile Saliha Hanım, bankadan maaşlarını almaya kuyruk tenha oluyor diye ayın dördünde giderlerdi.Eğer dördü hafta sonuna denk gelirse, onu izleyen pazartesi günü…

Önceden gidip de banka önlerinde yağmurda çamurda sefil olacaklarına, oturur evlerinde kahvelerini yudumlar, gazetelerini okur, sohbetlerini eder, ikindi vakti çıkarlardı yola. Nasıl olsa banka pek uzak sayılmazdı. Bir minibüslük yol. Öyle yürünemeyecek bir mesafe değildi. Onlar da zaten havanın durumuna göre çoğu kez yürüyerek gidiyorlardı.

 

 

Ağır ağır yürüyeyim, vitrinlere bakayım, fiyatları bir önceki ayınkilerle karşılaştırayım, sebzeyi meyveyi manavdan alanlara göre – bir demet maydanoza varıncaya dek hepsini uzun uzun pazarlık yaparak semt pazarından alıyordu Saliha Hanım - ne kadar ucuza yediklerini hesaplayayım derken saat dördü buluyordu… Eh,bu da bankanın en uygun saatine denk geliyordu. Fazla beklemeden paralarını alıp bu dertten kurtuluyorlardı.

Zaten yeni memur kız alışmıştı. Daha, birbirleriyle aynı boyda, aynı ende –yoksa Saliha Hanım biraz daha etine dolgun muydu?- karı kocayı görür görmez, arkasını dönüp hesap kartlarını gözü kapalı çıkarıyor, işlemlerini yapmaya başlıyordu hemen.

Kendilerini matruşka bebeklere benzeten – bundan haberleri yoktu tabii - bu genç kıza kanları kaynamış, öz evlatları gibi seviyorlardı onu. Ufak tefek sohbetler, hal hatır sormalar. Eh, insanlık da bunu gerektiriyor zaten.

Tanrım, önceki kız neydi öyle! Bir suratsız, bir kuşbeyinli!... Belki on kez sorduğu ve karı koca oldukları yanıtını aldığı halde, bedenleri de adları ve soyadları gibi tıpatıp birbirinin aynı olan bu çifti her görüşünde, sanki ilk kez görüyormuş gibi hayrete düşüp tekrar tekrar kardeş olup olmadıklarını sormalar…İki satır bir yazıyı yazarken bile eli ayağı birbirine dolaşmalar…

    O gün yine ayın dördüydü. Günlerden de Cuma.

Daha sabah kahvaltısında Saliha Hanım, dolgusu düşmüş dişlerini zorlamamak için sana yağı sürülmüş ekmeğini çaya banıp yumuşatırken, bir yandan da üç dört günden bu yana yaptıkları planın bir özetini çıkarıyor, o gün yapılacakları kocasıyla şöyle bir gözden geçiriyordu: Banka, çiçekçi, mezarlık, taksitlerin yatırılması… Sonra da Cuma pazarına uğrar, alış verişleri yapar, dönerlerdi. Yürüyerek gelirlerdi. Arkalarından atlı kovalamıyor a, yavaş yavaş…

Hemen ardından da Salih Efendi’ye programa başlamadan önce yapılması gerekenleri sıralamaya koyulmuştu.

     Kendisi öğleye kadar çamaşır yıkayacak, Salih Efendi de bu arada Pazar vaktine kadar mutfağın ve tuvaletin şıpır şıpır damlayan musluklarını onaracaktı.Sonra da çıkıp şu yeni kazılmaya başlayan inşaatın oradan bir torba temiz toprakla bir avuç elenmiş kum getirerek balkonun bir köşesine yığılı güvercin pislikleriyle bir güzel harman ettikten sonra katmer küpenin ve duaçiçeğinin toprağını değiştirecekti.

Martın başında, bu bahar havasından yararlanmaya bakmalıydı.O zavallıcıklar öyle geçen yıl da toprakları değiştirilmeden kalmıştı. O yüzden de serpilip gelişemiyor, günden güne kavruklaşıyorlardı.

Ha, unutmadan, boşalttığı saksıları yeniden doldurmadan önce onların şöyle bol suyla yıkanması gerekiyordu. Hatta sabunlu bezle içlerini güzelce ovarsa, daha iyi olurdu. Mendebur kılkurtların kökü kazınırdı. Allah’ın cezaları! Saksının girintilerine yumurtalarını bırakıyorlar, hiç fark etmiyordun. Sonra istediğin kadar toprak değiştir,iki günün içinde bakmışsın, yeni baştan her tarafı kurt sarmış. Lanet kurtların rahat yüzü verdikleri yoktu zavallı çiçeklere!

Allah bilir, rahmetlinin kemikleri sızlıyordu şimdi. Dünya güzeli, civan perçemli, yakışıklı oğulları! Ne kadar da severdi o küpeçiçeklerini! Nereden bulduysa getirip elleriyle dikmişti şunları. Gözü gibi bakardı…

Salih Efendi’nin dik dik baktığını görüyor.

Yo yo, ağlamıyordu. O yaşlar öyle elinde olmadan kendiliklerinden boşanıvermişti birden. Ağladığı falan yoktu… Tooz kaçmıştı herhalde gözüne… O yaşlar ondandı… Ağlamayacağına, soğukkanlılığını koruyacağına söz verdi bir kere. Sinirleri zayıftı, biraz daha hırpalarsa akıl hastanesi var yine işin ucunda.

Aman Allah, ne günlerdi onlar!...

Aman canııım, onun hastaneye kapatılışının oğlunun ipe gidişiyle bir ilgisi yoktu ki! Doktor dedi ya, sinirleri zayıfmış, hepsi o kadar!

            Salih Efendi, karısının çıkarmaya başladığı çizelgeyi dinlerken hiç ondan yana bakmıyordu. Bunun nedeni Saliha Hanım’ın kendisine iş buyurmasından çekiniyor olması değildi. Onun iştahla üzerine yağ sürülmüş ekmeği yiyişiydi. İçine ekmek kırıntıları dökülmüş çayın üzerinde yüzen ışıl ışıl yağ damlalarını görünce bir tuhaf oluyordu...

Saliha Hanım’ın kısa bir süre kaldığı hastaneden getirdiği bu yeni huyuna alışamamıştı bir türlü.

            Kahvaltıyla başlayan yeni gün doğal akışında – yoksa Saliha Hanım’ın çizdiği doğrultuda mı demeli? - sürüp giderken Saliha Hanım’ın yaptığı beklenmedik bir program değişikliğiyle yeni bir boyuta bürünüveriyor.

            “Salih Bey! Kutuya bir bakar mısın, hayatım… Ne kadar paramız kalmış?”

            Kendisi bakamaz, çünkü elleri sabunlu. Elleri sabunlu, çünkü çamaşırı hâlâ bitiremedi. Çamaşır bitmiyorsa Saliha hanım’ın elinin yavaşlığından değil bu.Kör olası makineden kaynaklanıyor! Lanet hurda, takır tukur ortalığı birbirine katmaya gelince hamarat, iş yapmaya gelince uyuşuk mu uyuşuk!Defalarca yıka yıka, o kirler öyle duruyor, kumaşın ek yerlerinden bir türlü çıkmıyor. Deterjan zararlı, kanser yapıyor. Gül gibi toz sabun varken deterjanın işi ne Saliha Hanım’ın evinde. Hem sonra, kumaşın ömrünü azaltıyor o zıkkım! Lifleri olduğu gibi yiyor. Bir iki yıkamada, bakmışsın, epriyivermiş o güzelim kütür kütür çamaşırlar. Makine de az bela değil hani. Şurasından burasından bir iki ufak delik, orta yerlerden birkaç ilmek kaçığı derken o da çanına ot tıkıyor çamaşırların. Oğlanın fanilası öyle olmadı mı? Güya yıkayıp da, temiz pak kaldırıp sandığın bir köşesine saklayacaktı. Hatıra diye… Delik deşik edip bıraktı makine olacak uğursuz…

Şöyle böyle ama Salih Efendi’de de suç yok değil hani. Kırk kere söylediği halde bir atleti, bir donu illa kirleri içine işleyinceye kadar giymenin âlemi ne? İnsan gün aşırı değiştirmeli sırtındakileri.Hadi gün aşırı fazla diyelim, üç günde, dört günde bir değiştir. Yok efendim, ne gezer… Boğum boğum kire bulanmadan ya da biri sırtından zorla çekip almadan kendiliğinden çıkaracağı yok bir şeyi. Onun için de çamaşır dendi mi kadıncağızın cinleri tepesine üşüşüyor!

            Karısının söylenmeleri arasında ağır ağır yerinden doğrulup, olanca bolluğuna rağmen, varikoselinin, apış arasında koca bir tümsek oluşturmasını önlemeyen pijamasının bollaşmış lastiğini çekiştirerek para kutusuna doğru ilerliyor Salih Efendi.

Para kutusundan çok, para kazanı demesi gerekiyor aslında. Ağız alışkanlığı öyle diyor. Kazan çünkü. Üzeri gümüş kakmalarla, stilize edilmiş lale ve karanfil motifleriyle bezeli küçümence bildiğimiz kazan.

            Parayı şöyle bir elden geçirip rakamı söylüyor karısına.

Saliha Hanım’ın arada bir tizleşip çınıltılı bir hal alan sesiyle ufak bir hesap kitap yaptığı duyuluyor. Kocasına duyurmak diye bir amacı yok aslında. Her zaman yaptığı şey… Alışkanlık işte… Sesli düşünür. Tıpkı yağlı ekmeği çaya batırıp yumuşatma gibi…Durup dururken ağlama gibi… Hiç gereği yokken yedi mahalleyi ayağa kaldırırcasına ortalığı kahkahaya boğma ya da küçük parmağını emme gibi hastaneden getirdiği alışkanlıklardan biri bu da.

Kör olası yer, ne antikalıklar getirmedi ki yaşantılarına!... En başta adı soğuk… ürperti veriyor insana… Akıl hastanesi! Orada yattığını duyunca, şöyle bir tuhaf tuhaf yüzüne bakıyor, her davranışına bir anlam vermeye çalışıyor ve en küçük bir durumu hemen deliliğine yorumluyorlar. Başkaları için sıradan olan bir yığın şey, onda bir delilik belirtisi olup çıkıveriyor.

            Hesabı bitmiş olmalı ki, banyodan makine takırtıları arasından sesi duyuluyor:

“           “Eh öyleyse, bugün öğle yemeği hazırlamama gerek kalmadı. İşimi bitirince, temiz pak giyinir, çıkarız; bildiğin iyi bir dönercide pilav üstü döner yeriz… Gerçi birazzeytinyağlımla bir avuç kadar terbiyeli köftem var ama o da akşama kalsın artık…”

    İyi bir dönerci?... Muhittin’in orası olmazdı. Döneri porsiyon usulü değil, sandviç olarak veriyor, iki ısırımlık şeye de anasının nikâhını istiyordu deyyuslar! Zaten Muhittin’in ölümünden sonra, oğullarının yaptığı da döner miydi ki! Kıymanın içine bastır ekmek içini, sıkıştır şişe, oldu sana döner… Hepsi bir yana, şöyle doğru dürüst oturup bacaklarını dinlendirecek yeri bile yoktu zıkkım yerin! O düttürü Leyla taburelerin üzerinde bu kadın ölse oturamazdı… Minibüs durağının orada bir tane ilişmişti gözüne ama orası da kapkaç yeriydi. Verdikleri et mi, ot mu belli olmazdı. Allah bilir, martı eti mi kullanıyorlardı, kedi eti mi? Orası karanlıktı...

Ne bilsin canım, emekliye ayrıldığından bu yana dışarıda yemek yediği mi vardı?...

            Salih Efendi karısına söylemiyor bunları tabii. Bu da onun son zamanlardaki alışkanlığı. İçinden geçiriyor. Yalnız onun alışkanlığının Saliha Hanım’ınkilerden ayrı yanı hastaneden değil, hapishaneden getirmiş olması.İçinden konuşup dışından susmak… Benimsemediği, bir yığın karşı konulacak nokta gördüğü halde başkalarının fikrini kabullenir görünmek.

Bu arada kuşkuculuğu da unutmamak gerekiyor. Ya ya, Salih Efendi’nin o musibet yerden getirdiği alışkanlıklardan biri de o. Bir zamanların içi dışı bir, dünya tatlısı bu adam, o lanet olaydan sonra pimpiriklinin dik alası olmuştu. Neden öyle, niye böyle, niçin o sözü kullandı? O bakışlarla neyi kastetmek istedi?... Olur olmaz anlam çıkarmalar, öküz altında buzağı aramalar…

Offf! Nereden gelir ki bütün bunlar aklına!... Neden şu ameliyat masasından kurtuldu, onu da anlamıyordu bir türlü. Hazır bıçağın altına yatmışken ölüp gitse, bunların hiçbiri gelmeyecekti başına. Oğlanında başı yanmayacaktı böylece. Belki şu anda burada bulunmayacaktı ama yaşayacaktı. Az şey miydi hayatta olmak? Yaşasaydı da şu ya da bu ülkede olmuş, önemli mi?... İyi ama nereden bilebilirdi ki bütün bunları. Kimin aklına gelirdi, babayı içeri al, oğul tıpış tıpış gelip ayağıyla teslim olsun…

Salih Efendi, bir türlü doğru dürüst çalışmayan ve ikide bir kendisini rahatsız eden kalbinin bıçakların altından sağ selim kurtulmasını da bağışlayamıyordu. Sanki oğlunun boynuna ilmeği kendi eliyle geçirmişçesine bu konu aklına geldikçe, birden ayağının altındaki döşeme orta yerinden yarılmış da yedi kat yerin dibine yuvarlanmış gibi oluyordu.

    Tam kâbus günlerine doğru giden düş treninin merdivenlerine tırmanmak üzereyken, karısının, nasıl olup da otoriterlikle uysallık gibi birbirine taban tabana zıt iki öğeyi bir arada bulundurabildiğine anlam veremediği sesi duyuluyor:

            “Bakar mısın! Allah’ın cezası sigorta yine attı!”

Ama çamaşır bittiğine göre şimdi giderayak onunla uğraşmasına gerek yoktu Saliha Hanım’ın. Salih Efendi’nin elektrik dendi mi heyheyleri başına üşüşüyordu. Hapishane günlerinde fazlasıyla tatmıştı o elektriğin tadını, o yüzden öyle ufak tefek elektrik işleriyle karısı ilgileniyordu. 

    Saliha Hanım, elini önündeki fırfırlı mutfak önlüğe kurulayarak şöyle bir uğrayıp dönerin yenileceği yeri söylüyor ve zaman zaman takındığı cilveli adımlarla dans edermişçesine ayak parmaklarının ucunda kayarak hazırlanmak üzere yatak odasına geçiyor. Bacaklarının hareketleri, kalçasını kıvırışı, biraz önceki o içe işleyen bakışlar…

Dudaklarındaki davetkâr ıslığı da duyunca adamakıllı çözülüyor Salih Efendi. Eh, programda ufak tefek aksamalar olacak ama o kadarına da katlanılır artık. Şunun şurasında erkek adam; onun da duyguları var, onun da… Üstelik bu banyo bugün nasıl olsa yapılacaktı. Ha birkaç saat önce, ha birkaç saat sonra...Ne fark ederdi ki!Doğruca yatak odasına…

     Bir saat kadar sonra yola çıktıklarında ikisinin de saçları ıslak, yanakları pembe pembeydi.

Saliha Hanım planlı programlı bir insan olduğundan, saçlarını bile kurutmaya gerek görmeden palas pandıras dışarı fırlamıştı. O yüzden de vişneçürüğü eşarbı su içinde kalmıştı, ama önemli değildi. Nasıl olsa kururdu. Şu sıcağa baksana, ohoo iki dakika bile sürmezdi!

Şöyle böyle ama iyi gelmişti banyo. İkisi de dinçleşmiş, gençleşmiş gibiydi. İkisi de kurt gibi acıkmıştı. İki porsiyonu önlerine koysan bana mısın demezlerdi.

Gelgelelim paraları sınırlıydı. Hepsini dönerciye bırakırlarsa ceplerinde metelik kalmayacaktı. Bu yüzden paralarını ölçüp biçmiş, tabaklarındakini bitirince yalnızca Salih Efendi için bir yarım porsiyon daha ısmarlamışlardı. Dönerciden çıktıklarında köşe başındaki dondurmacıdan da birer küçük meyveli yedikten sonra kalan parayla çay bahçesinde ikili semaver söylemişlerdi.

Çaylarını yudumlarken sağa sola gülümsüyor, çay bahçesini çevreleyen çitlerden yayılan mersin kokularını içlerine çekerek doğaya hayranlıklarını dile getiriyorlardı. Ya da oturdukları yuvarlak masanın yanı başından yükselen demir bir boruya sarılmış çil sarmaşıklardan birkaç küçük dal koparıp Saliha Hanım’ın içerisinde karanfil tanesinden – son zamanlarda peyda olan gastritin ekşi ekşi kokusunu bastırmak için ara sıra ağzına atıyordu - kınnap parçasına varıncaya dek akla gelen her şeyin bulunduğu çantasına atmak için fırsat kolluyorlardı.

Ama bunlar işin yalnızca bir yanıydı. Çünkü her birinin kafasında ayrı ayrı tilkiler dolanıyordu.

Salih Efendi’nin aklı biraz önceki kaçamaktaydı… Utançtan ezim ezim eziliyordu. Nasıl oldu da yaptı bunu, bir türlü aklı almıyordu. Bir insan bütün olup bitenlerden sonra teninin isteklerine nasıl kapılabilirdi ki? Aslan gibi oğlunu elinle ipe teslim et, sonra da bir şey olmamış gibi sevişmeyi düşün…

Ah! Ah! Ne olurdu, şu işten kısa bir süre önce ölmüş olsa da zavallı çocuğunun başını derde sokmasaydı!... İyi ama ya anası? Değişen ne olurdu ki? Bu sefer de ona yaparlardı aynı şeyi. Babası rehin alınınca dönüp teslim oluyordu da, anası olunca geri mi duracaktı?...

Bir de aklına takılan bir şey vardı: Mezar konusu… Sahi, şu mezar hikâyesini de iyi mi yaptı, kötü mü kestiremiyordu. Küçücük, masum bir yalandı, ama sonuçta yalandı işte. Geri dönülmesi de günden güne zorlaşıyordu.

Kadıncağız ilk görüşte benimseyivermişti hemen.Oğlunun mezarı sanıyor, her gidişinde otlarını yoluyor, çantasında götürdüğü keserle toprağını kazıyor, aklına eseni götürüp dikiyor, yanında götürdüğü kapla mezarlığın girişindeki çeşmeden sular getirip döküyor, ay başlarında karanfillerle bezetiyordu.

İyi de, başka ne yapabilirdi ki? Hastaneden yeni çıkmıştı. “Nerede mezarı, hiç olmazsa onu gösterin” diye tutturmuştu. Ömür boyu oyalayacak durumu yoktu. Kalkıp mezarı yok da diyemezdi. Zavallının sinirleri zaten haraptı. En ufak bir durumda yeniden hastaneyi boylayabilirdi ki, doktorlar bir daha düşerse kolay kolay kendini toparlayamayacağını söylemişlerdi.

   Saliha Hanım da boş durmuyordu tabii bu arada. Bir avuç para veriliyor, semaveri yarım gönderecek hali yok a. Iııh!... Saliha Hanım öyle müsrif kadınlardan değil. Evvel Allah, o semaverin dibine darı ekmeden, bırakmaz…O yüzden de habire dolduruyordu bardakları. Biri bitmeden öbürü…

Bu arada bitişik masada iki küçük kirpiyle oynayan çocuklara söyleniyordu.Daha çok da onların ellerine o mendebur yaratıkları tutuşturup kendisi bir Alman moda dergisinin sayfaları arasında kaybolan suratsız analarına tabii.

Eski köye yeni adet! Nerede görülmüş insanın dirseğini dayadığı masada iki kirpi yavrusu cirit atsın; önlerine ufalanan bisküvi kırıntılarını kıyır kıyır zıkkımlansın!

Iıh! Ne derseniz deyin, Almanyalının tekiydi bu kadın!...

Kirpilerin birinin ona doğru ilerlemesi Saliha Hanım’ın içindekileri kusması için bir bahane oluyor…

“Çocuğum tut şu mendebur hayvanı Allah aşkına!.. Bir yerine dokunursa aldığım gibi o musibetleri ayaklarımın altına, ezerim vallahi, karışmam sonra!Üstelik ikisini birden… Ne bu be! Bir sırtımızda gezdirmediğimiz kaldı. Aaah!... Üç beş ay Almanya’ya giden hemen Alman kesiliyor başımıza! Gördüklerinizin iyi yanını alın evladım; olumlu, işe yarar şeyleri örnek alın biraz. Ayrıksılıkları değil hep böyle…Dağdan inmeler ne olacak! Aç karınlarını doyurdular, kirpi beslemeleri kaldıydı!...”

Bu son iki cümleyi uluorta söylemiyor tabii, yalnızca kocasının duyacağı biçimde fısıldıyor.

      Salih Efendi’nin hapishaneyi düşündüğü gibi karısının da temyiz kararını beklerken sinirlerinin bozulması üzerine kaldırıldığı akıl hastanesini düşündüğü oluyor bazen.

Ancak belli bir düzene konulmuş anılar değil bunlar. Gözünün bebeği evladı darağacıyla burun burunayken çevrede olup bitenleri toparlamak hangi babayiğidin harcı? Anımsayabildikleri, kıyısından köşesinden yakalayabildiği bölük pörçük şeyler sadece.

Kocası gibi fazla içe kapalı biri de değil Saliha Hanım. İçi dışı bir… Düşündüklerini pattadak söyleyiverir. Daha olmazsa sezdirir. Örneğin şu anda kirpi besleyen Almanyalı kadına kızıyor falan ama biraz önceki kaçamaktan dolayı kendisini suçlamıyor. Kabahati kocasına yüklemeye de çalışmıyor. Dahası bunun bir kabahat olduğu görüşünde de değil o… Tersine mutluluğu her yanından okunuyor. Yapısı bu. Geçmişe değil, geleceğe bakmayı düstur edinmiş. Belki bu yüzden, belki de geçirdiği hastalığın etkisiyle, hayatının baharında yitirdiği oğlu Kıraç’ı anımsamak fazla hırpalamıyor onu.

Son olaylar üzerine geliştirdiği şu ünlü unutma alışkanlığından kaynaklanıyor olabilir bu. Belki de bölük pörçük anıları toplayıp bir bütün oluşturamamasından… Bir bakıma bilinçle ilgili bir durum… Tıpkı kendisine aydan aya eline geçen kırk dört bin lira emekli maaşını kazandıran mesleğinin ne olduğunu çıkaramayıp soranlara her defasında değişik yanıtlar vererek kocasını şaşırtışı gibi.

Ancak Saliha Hanım’ın bir yanı var ki gerçekten takdire şayan. Muhasebe işlerinde eşi benzeri bulunamaz. Aldıkları maaşlardan taksitleri çıkınca, arta kalan paranın ne kadarının harcanacağını, neyin nereden daha ucuza alınacağını çok iyi biliyordu. Böylece kıyıda köşede az buçuk parası bulunabiliyordu. Burada bir art düşünce aramak kadıncağıza haksızlık olur doğrusu. Biriktirip de önceki kocasından olan evlatlarına yedirmiyor ya da çarçur etmiyor kuşkusuz. Gerektiğinde, sıkışık bir anlarında, bulmuş gibi oluyor, çıkarıp harcıyor. Örneğin çatının aktarılması… Kocası içeri alındığında tutulan avukatın parası…

Sonra… Ay! Hayır, onu söylemeyecekti, şimdilik bir sır olarak kalmalıydı o. Nasıl olsa birazdan her şey ortaya çıkacaktı.

*

            Her ne kadar Tenha oluyor diye ayın dördünde gitmişlerse de umdukları gibi olmadı. Yine de kalabalıktı. kuyrukta yerlerini aldıklarında ikisinde de belli bir durgunluk sezilmekteydi. Birazdan alacakları maaşlar ve vergi iadeleriyle ödeyecekler taksitlerden çok, az sonra gidecekleri mezarlıktı bunun nedeni. Kucağında karanfillerle – aylığını her alışında kırmızı karanfiller götürürdü - mezarın başına vardığında Allah vere de, Saliha Hanım kendi elleriyle üzerini yazıp diktiği tahta yerine yine şu altmış küsur yaşındaki adamın adının bulunduğu tabelayla karşılaşmasaydı!

Bu kez iyice pirelenirdi artık. Pek öyle uyduracak yalan da kalmamıştı ki, buluştursun bir şeyler de bir süre daha oyalasın.

Saliha Hanım’ın aklıysa Salih Efendi’nin, oğlunun beton dökülmüş mezarını görünce geçireceği şaşkınlıktaydı.

            Gelgelelim ne Salih Efendi karısının aylardır dişinden tırnağından ayırarak, bir mezarcıya, yarısı peşin yarısı taksitle, yaptırmayı başardığı mezarı, ne de karısı karanfilleri götürdüğünde mezarın başucuna gömülen şu uğursuz tahta parçasını görebildi, Hani şu üstünde Kastamonu doğumlu altmış yaşındaki adamın adının bulunduğu tahta parçasını...

Epeyce kuyrukta bekledikten sonra, banka kapısında görünen bir memurun sayıma başlamasıyla her şey bir anda bitti.

“Okuyacağım isimler kalsın, ötekiler boşuna beklemesin. Mesasi saatinin sonuna kadar ancak onların maaşlarını ödeyebiliriz.”

Salih Efendi’yle Saliha Hanım’ın adları memurun sıraladığı isimler arasında yoktu. Yani eliyle ayırıp pazartesiye gelmelerini söylediği gruptaydı…

Durumun önemini ilkin pek fark edemediler. Kavrayınca da elleri böğürlerinde kaldı.En ufak bir şey demeden, birbirlerinin yüzüne bakmaya bile cesaret edemeden başları önlerinde, ağır ağır evlerinin yolunu tuttular.

            Daha bir kavrulmuş, daha bir ufalmış gibiydiler.

نوشتن دیدگاه

تصویر امنیتی
تصویر امنیتی جدید

جلسات ادبی تفریحی

jalasat adabi tafrihi

اطلاعات بیشتر

مراسم روز جهانی داستان با حضور استاد شفیعی کدکنی، استاد باطنی و استاد جمال میرصادقی
جلسات ادبی تفریحی کانون فرهنگی چوک
روز جهانی داستان و تقدیر از قبادآذرآیین سال 1394
روز جهانی داستان و تقدیر از فریبا وفی سال 1395
یازدهمین جشن سال چوک و تقدیر از علی دهباشی شهریور 1395

جلسات کارگاهی آزاد

jalasat kargahi azad

اطلاعات بیشتر

تماس با ما    09352156692