FARUK DUMAN / Eriyen Gelin

چاپ تاریخ انتشار:

Kar yağıp ortalık ağarmıştı. Ağaçlar da öyle; gelin gibi giyinip. Duvaklı başlarıyla, rüzgâr esmeyegörsün. Ağabeyim gelecek diye ormana bakıp durmuştuk bir zaman. Bir ağabey nedir? Mesela yolda karşınıza ansızın bir elma ağacı çıksa? Dev, dallı budaklı bir ağaç? O zaman ağabeyin o ağaçtan farkı neden bulunsun? Baş niyetine bir de meyve bulunur. Kırmızı, tatlı mı tatlı bir baş. Böylece eğilir, sizi boynunuzdan tutar. Ama, yaz aylarının ağabeyidir bu çoğunlukla. Karakışın değil. Kar zamanı bu kişi ormanın derinliklerinden gelir ve güz aylarında verdiği haber için bekletir sizi; bir gelinle dönecektir eve. Hem de ne gelin.

 

   Bence esmer bir kız bu, demişti babam. Bizimki bulsa bulsa böyle birini bulur ve aklı olan da zaten bizim üçkâğıtçıya varmaz. Evet, olsa olsa esmer bir kızdır ve kara kuru bir şeydir. Mesela suratsız olabilir ve hepimize kök söktürür. Annenizi hizmetçi gibi oradan oraya sürür sözgelimi. Şöyle bağırır: Tencere kaynayıp duruyor kadın! Çarşaflar ütüsüz! Ne diye yatağın üstünde uyukluyor bu kedi, a beceriksiz! İyi mi? İşte bence ağabeyinizin getireceği gelin böyle bir şey. Varın gerisini siz düşünün ki yandığınızın resmidir. Benim için hava hoş. Ben böyle yeni yetmelere pabuç bırakmam.

   Bunu söyledikten sonra, babamdır, kasketini gözlerinin üstüne hoşnutsuzca devirmişti. Böyle olur. Sonra bir el uzanır, Maltepe’den bir tel cigara çıkar, kasketin güneşliği ile gizlenen büyük sarı ağız açılır ve fişek bu ağza giremez; bir çivi gibi çakılı kalır. Bundan sonra babamı konuşturabilene aşk olsun.

   Ağabeyim yaz aylarını ormanda geçirir. Arı kovanlarının başında. Kovanlar kapanıp kraliçe uykuya daldığı zaman -ki bu alımlı kadının keyfine kalmıştır; sarayını ak tuvaletinin etekliğiyle süpürür, suçluları gözleriyle cezalandırır ve alacaklıları ki, geceleri gözlerine uyku girmez kaygıdan- onun ödülü de başlamış olur. Balı süzer, tenekelere doldurur, sonra şahiniyle haber verir bize. Şahin köyün üstünde uçar ve konuşur neredeyse: Teneee-kee! Bizimkiler at arabalarıyla gidip gelirler kovanlığa. Bal alınır, bal verilir bir zaman.

   Ama, ağabeyimden haber alınamaz. Onu kimse göremez. Atlılar gittiğinde kale boştur, korkunç bir sessizlik vardır ve tıslayan yılanlardan başka hayvan da görünmez ortalıkta. Sanırsın İsmail -budur adı- bir yılan gibi sinsi*ce dolanıyor. Cigarası masanın ortasında duruyor. Kasketi de öyle. Çatalı da orada duruyor, çakısı bile orada. Hem daha yeni bırakılmış gibi. Ama kendisi yok.

   Senin manyak yine yok ortalarda! Böyle diyorlar babama. Ama yanıt alamıyorlar tabii. Yanağını sinek kovar gibi kırpıp açıyor babam böyle zamanlarda. Bu, “hassiktir!” anlamına geliyor.

Bence tombul beyaz bir gelin bu. Böyle söylemişti annem. Nereden bulduğunu bir sır gibi sakladığına göre, buralardan değil. Yoksa, kokusu çıkardı şimdiye kadar. Tombul kız iyidir. Allah hepinize böyle güzel, alımlı gelin kızlar nasip etsin ki biz bugün varız, yarın yokuz. İyi huylu olup geçinip gitsinler.

   Epeydir hastaydı annem. O yılı neredeyse hiç kalkmadan yatakta geçirmişti. Kar başladığında artık konuşacak takati kalmamıştı. Güçlükle ısıtıyorduk onu. Ellerini boynunun altında kavuşturup ısınmaya çalışıyordu. Ben arada ayaklarını avuçluyor -ki çorap kâr etmez bu aylarda- ovuyordum. Babam uzaktan bakıp, bir şeyi yok, diyordu, görmüyor musunuz, üşütmüş iyice. İnsan kendine bakacak biraz. Kendine bakmadıktan sonra, doktorun elinden ne gelecekmiş? Hem o ilaçlar falan para tuzağı.

   Kış dışarıda amansız bir yolkesen olmuş. Evlerde cigaralar ağır sis. Demlik sobanın üstünde fokurdaya fokurdaya erimiş. Ev ısınmak için her şeyi yemeye razı. Kuru dallarla yaprakları, eskimiş elbiseleri, mısır yapraklarıyla ceviz kabuklarını. Çürümüş fındığı, sonra eski defterlerle ders kitaplarını, okunmuş gazeteleri. Sonra kömürlükte ne bulunursa. Ki her şey bulunabilir orada. Kömür bile.

  

Sunay -ki benim bir küçüğüm olur, ama daha doğar doğmaz konuşmaya başlamakla pek zekidir- dedi ki, bu bence uzun boylu, uzun saçlı, okumuş yazmış bir kızdır. Ağabeyim pek bilgili sayılmaz ama Allah ona doğuştan zeka vermiş. Söylediği sözlerle hepimizi şaşırtır ve insan onunla konuşmaya başladığı zaman kendini bir karınca kadar küçük hisseder. Evet bu kız mutlaka okumuş yazmıştır ve üniversite görmüştür. Buralara mutlaka bir araştırma için geldi ve o sırada tanıştılar. Ağabeyim kızı karşısına aldı ve bilmek istediği ne varsa onu bir bir anlattı. Mesela, kuşların nerelere göç ettiğini, yaz aylarında burada yetişen çiçeklerin nasıl koktuğunu, toprağın altından çıkan şifalı suların yerlerini ve tabii bunların hangi hastalıklara iyi geldiğini bir bir anlattı. Kız ağabeyimi ağzı açık dinledi. Onun güçlü kollarına, yanmış yüzüne, gür saçlarına baktı. Öyle çok baktı ki kendini ondan alamadı ve araştırmasını da unuttu. Tabii ağabeyim de onu beğendi -çünkü bu bence mutlaka çok güzel ve çok iyi huylu bir kızdır- ve onun gözlerine bakarak, benimle evlenir misin, diye sordu. Tam bu sırada kız mutluluktan bayıldı.

   Bunları dinleyince Sunay’ın yalnızca zeki değil -ki ikisi ayrı şeydir- aynı zamanda hayal gücü yüksek bir kardeş olduğunu anladım. Bu sırada babam da yanımızdaydı kuşkusuz. Kasketini kaldırdı, kız kardeşimin yüzüne alayla baktı babam. Senin o söylediğin kızlar var ya, dedi, sabahtan akşama kadar yüzlerine krem sürerler ve böyle bir kız bizim tekeyi neden beğensin? Esasen, bizim gibi yoksul sınıfının hiç şansı yoktur. İstediğimiz kadar akıllı olalım, krem kokmadığımız sürece bu tür kızlarla işimiz olmaz. Fazla hayalci olmayın; ağabeyinize kara kuru bir kızı kakalamışlardır, yakında öğreniriz.

   Bir sabah babamla birlikte ormana gittim. Sırtımıza birer küfe almış, yakacak odun topluyorduk. Odun çabuk geçiyor; kışın bununla ısınıyorsun ama çalışmaktan da canın çıkıyor. Ben yorganların altına girip kıpırdamadan kışı geçirmeye razıydım ama annem vardı. Annem ev sıcak olduğu zaman az da olsa kendini topluyordu, rengi yerine gelince hatta, bir-iki laf bile ediyordu.

   Ormanı bütün gün dolanıp durduk babamla. Bulduğum odunları onun küfesine dolduruyordum. O da bulduklarını benimkine koyuyordu. Sis vardı. Bir ara büyükçe bir kütüğü kaldırdım. Bunun altında ince uzun bir dal vardı. Kuru sayılırdı hem; ama kaldırınca bu dal eğilip bükülmeye başladı. Uyandırdın hayvanı, dedi babam. Hemen bıraktım, çalı çırpıyla örttüm üstünü. Dönünce küfeleri kömürlüğe boşalttık. Dalın kıvrılıp duvara aktığını gördüm. Hayret, bu hayvan buraya nasıl geldi, dedim. Boşver, dedi babam, yazın çıkıp gider o. Çıkıp gider mi, dedim. Gider, dedi.

Sonra ağabeyim o şahinler gibi çıkıp geldi. Derin ayak izleri bıraktı karda, dalları kırarak, kurtları savurup. Yüzü gözü is içindeydi ama mutluydu yine. Bahtiyarlık dediğin. Upuzun bir yazla rüzgârsız bir güzü geride bırakarak. Sözünü tutmakla kıvançlı; gelini de alıp geldi. Herkes evinin önüne çıktı. Konu komşunun dili tutularak, ben de ne diyeceğimi bilemedim de, olduğu gibi geçirdim aklımdan. Ne görüyorsam öyle düşündüm:

   Bir beyaz gelindi bu. Burnunun yerinde bir kızılcık dalı duruyordu. Gözleri şeftali çekirdeklerinden yapılmıştı. Yürüdükçe dökülüyor, ama yine de dik duruyordu. Ürkek bakıyordu biraz, ama güçlü görünmeye de çalışıyordu. Nereden gelmişti, kim, kimlerden olabilirdi böyle bir gelin? Ama işte, gözlerimizin önünde yürüyor, ak elini uzatmış ağabeyimin bileğini sıkı sıkı tutuyordu. Herhalde bir de bebek taşıyordu karnında; koyu renk yapraklarla kapatmıştı kalçasını. Hem bu kalçadan belli ki daha ne bebekler dolup dolup boşalacaktı. İkisi, ağabeyim ve gelin, şaşkın bakışlar altında acelesiz yürüyerek eve girdiler. Babam da hayret ederek. Cigarasını karda bırakıp. Girip ocağın karşısında oturduk.

   Yorgunsunuzdur, dedi babam, ocağı yakayım hemen. Sakın, dedi ağabeyim, aman baba… Hem biraz otur, hal hatır soralım, elini öpelim. Evet, dedi gelin, elini öpelim. Sanırsın yankılanıyordu sesi. Annem, öksürüyordu içeride.

   Bir ara ağabeyim boşluğa baktı, neden sonra annemi görmek geldi aklına. Korkunç, ıstıraplı hastalıktan habersiz, kalkıp yatağın başına gitti. Annem, sevindi onu görünce. Alnı kızararak. Sanki ağabeyimin sesi bir teneke baldan geliyor. Ne güzel olmuşsun, dedi. Erik ağaçları hakkında bir şey sordu. Sorunca yaşlar süzüldü ağabeyimin gözünden. Neden bilmem; insan erik ağaçlarının nasıl olduğunu sorduğu zaman artık ölüme mi yaklaşmıştır? Şahin, annesinin eline sarıldı. Üşüyen bir el, üşüyen bir eli tutunca. Kalkıp kömürlüğe gitti. Babamla topladığımız odunları iri kucağına yığmış geldi. Evin kapılarını açtı.

   Sonra dünyada herkesi, her şeyi unutmuş gibi dalgın, sararmış yüzüyle kederli, odunları sobaya bir bir atmaya başladı. Çatırdadı odun. Kıvılcımlar hava fişekleri gibi fışkırarak.

   Bundan sonra ev ısınmaya başladı. Ak gelinimiz erimeye durdu. Kızılcık burnundan damlalar düştü. Ak, güzel bedeni yavaş yavaş, hışırtılar çıkararak. Kalçalarını kapatan yapraklar döküldü sonra, gözleri toprakta yuvarlanarak.

   Sonunda, bir avuç su birikintisi kaldı ondan geriye. Ağabeyim ancak o zaman dönüp bakabildi gelininden kalan boşluğa. Annem yine öksürdü.

   Kuru dallardan biri başını uzattı, ısınan odayı izledi bir zaman, sonra tıslayıp kıvrılarak çekildi, süzüle süzüle gitti.