BELKİ DE KAYBEDEN ZAMAN/ ÖZCAN KARABULUT

چاپ ایمیل تاریخ انتشار:

 

SAN GIOVANNI'YE MEKTUPLAR

1

San Giovanni, ben sizin bir adıyla `Küçük Paris'e, öteki adıyla `Boğalar Kenti'ne gelmek istememiştim. Sokak çocuklarının toplu infazlarına tanık olmak üzere işçi konfederasyonunun davetlisi olarak bir başıma Brezilya'ya gitmeyi tercih etmemden dolayı değil yalnızca, bir başka neden, yüzlerini bir arada görmek istemediğim yedi kişilik bir grupla ülke dışına yolculuk yapmanın bana acı vermesidir. Hiç değilse Hindistan'a gidebilsem, Tac Mahal'i, Ganj Nehri'ni, bölgenin bitki örtüsü ve hayvanlarıyla tatlı bir uyumu yaşayan yerli halkı, en önemlisi, küçük elleriyle tuğla taşıyan, halı dokuyan, ayaktopu üreten `tez parmaklar'ı yerinde görüp ülkeme dönebilseydim. Sokak çocuklarını katleden `Ölüm Mangaları'nı, çocukları acımasızca çalıştıran işverenleri çıplak gözlerle görüp, dünyanın bu en eski sırlarından birine dikkat çekmenin uygulanmakta olan sosyal politikalara olumlu bir katkısının olacağını iddia etmek en azından safdillik olurdu. Ne de olsa `mutlak yoksulluk' kadar insanlık suçlarının da küreselleştiği bir dünyada yaşıyorduk ve timsahın gözyaşlarının sorunların çözümüne çare olamayacağını biliyordum.

San Giovanni, Sao Paulo ya da Yeni Delhi'ye, çocukların yoğun olarak çalıştıkları yerlere gitmeyi kafamda kurmuş, ancak son anda ilahlar engellemişti (haberlere bakılırsa, Brezilya biraz karışıktı, Hindistan'da ise, tuhaftır, veba salgını başlamıştı). Terslikler zinciri bununla başlayıp bununla bitseydi yazgıma razı olabilirdim yine de; uçağımın kalkmasına yakın, sevgilimi İstanbul'da `Cumartesi Anneleri'nin arasında bırakmak zorunda kaldım. Ben Galatasaray Lisesi'nin çevresinde kurulan polis barikatını hızla yarıp havalimanına ulaşmaya çalışırken, o, acılı insanların arasında yerini almıştı bile. Beyoğlu kalabalığını ardımda bırakıp Taksim'e doğru yürüdüm. Aklım ve yüreğim orada kalmıştı. Grup üyelerinin bir bölümünün Atatürk Havalimanı'nın freeshop'larında kaybolması, Charles de Gaulle Havalimanı'nda uzun bekleyiş (San Giovanni, düşünebiliyor musunuz, `Büyük Paris' burnunuzun dibinde ve siz kenti yukarıdan şöyle bir kuşbakışı görüp, aşağıda dünyanın dört bir yanına uçmayı bekleyen gurbetçilerle koltuklarda uyumak gibi bir yazgıyı paylaşıyorsunuz), Alp Dağları'ndaki korku bulutları, şimdiye kadar görmediğim şimşek bombardımanı ve Torino üzerinde bitmek bilmeyen turlar, terslikler zincirinin öteki halkalarını oluşturuyordu. Gerçi, bir iki güzel şey yaşamadım değil; düşük ücretler ve işten çıkarmalara karşın AirFrance'ın hostesleri nazik insanlardı ve kendimi şaraba vurmam için ellerinden gelen yardımı esirgemiyorlardı. Maceralı bir yolculuktan sonra sizin `Boğalar Kenti'ne ayak bastık. Beklediğim gibi, grubumuzda yer alan kadınlar pasaport kontrolünün bir an önce tamamlanması için can atıyor, erkekler ise İtalyan kadınlarını_gözlüyorlardı. Yabancı topraklarda Türk olmak zor, bildiğim bu gerçeği çok geçmeden İtalyan polisi anımsattı. Uzun pasaport kontrolü ve sorgulamalardan sonra başka bir sürpriz bekliyordu bizi: Bavullarımız kaybolmuş, keyfimiz kaçmıştı. Saatler süren bavul tariflerinden sonra bizi karşılayan minibüs nihayet Corso de ItaliaUnita'ya doğru yola koyuldu. İçimi buruk bir sevinç kaplamıştı. Nihayet Torino'daydım ve, "Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım," diyen Pavese'ye yakındım. Hiç değilse Pavese vardı.

2

San Giovanni, buraya, `Boğalar Kenti' Torino'ya bizim `Türk Boğası' Hakan Şükür'ün izini sürmek için gelmediğimi biliyorsunuz. Bulmacaların en kolay sorularının yanıtı olan Po Nehri'ni, ya da Po Ovası'nı yakından görmek için de değil. İtalya'yı edebiyatından, sinemasından, mimarisinden, futbolundan, siyasi hayatından biliyordum bilmesine ama, yine de bu ülke, Piemonte bölgesi, Torino, İtalyan kadınları büyük bir soru işaretiydi benim için. Başlangıçta karşılaştığım kadınlar nedense hep beyaz gömlek giyiyorlardı, içlerindeki siyah sutyenleri fark etmemeniz olanaksızdı. Beyaz gömlek, siyah sutyen... 96'nın yaz modası olabilirdi. Biraz kafa yorduğunuzda anlardınız ki kentin iki önemli futbol takımından birinin, Juventus'un renkleri siyah-beyazdı ve bu kadınların ateşli birer Juventus taraftarı olmadıklarını kimse iddia edemezdi. Gönlüm balkonlardan sarkan siyah-beyaz bayraklarla, siyah sutyenlerin ardındaki göğüslerle birlikteydi (her neyse, bunu bir tarafa bırakalım; söyler misiniz bana kuzum, geniş bulvarlar boyunca balkonlardaki bu rengârenk çiçekler de neyin nesi?).

San Giovanni, sizi tanımıyordum, kutlamalar daha başlamamıştı henüz. Kutlama hazırlıkları hızlanınca sizi tanıdım. Bu kentin yarısı büyük bir heyecanla San Giovanni'yi bekliyordu. Sizi tanıyınca Torino'yu ve insanlarını sevdim. İstanbullu Garen'i, Perulu Carmen'i de tanıyınca keyfim biraz olsun yerine geldi (grubun üyeleri bile daha sevimli görünmeye başladı). Çevirmenimiz Garen görevi olmadığı halde gönüllü rehberlik yapıyordu. Torino caddelerinde işyeri gezilerine giderken konuşmasının bir yerine İstanbul'u sokuşturup duruyordu. Carmen'e gelince, çirkin ama sevimli Peruluya, Şilili büyük ozan Neruda'dan habersizdi. Carmen'in bilgisizliğine nasıl şaşırdığımı anlatamam. Pavese'nin sık sık gittiği CafeElenã'ya, yalnızlık içinde intihar ettiği Hotel Roma'ya beni götürmek için söz verince Neruda konusundaki cahilliğinden dolayı affettim onu.

San Giovanni, bizim tarih coğrafya bilgimiz çok iyidir. Edebiyat bilgimiz, hayat bilgimiz de fena sayılmaz. Ülkelerinde yıllarca hapis yatan, sürgüne gönderilen, öldürülen şairleri, sanatçıları iyi biliriz. Yazarları sürgüne zorlanan, düşünen adamları onlarca yıllık hapis cezasına çarptırılan bir ülkenin vatandaşıyım ve bu bilgileri, bu duyarlılığı biraz da ülkemin yöneticilerine borçluyum. İşte bu yüzden, Carmen'inNeruda'yı tanımaması çok şaşırtmıştı beni. San Giovanni, asıl söylemek istediğim bu değildi, Carmen müzmin sorunlarımıza götürdü beni. Hiç kimse Carmen gibi dans edemez, çünkü farkında olmasa da onun kanında Latin Amerika var. PizzeriaRistorante La Frasca'da yaptığı dansla bunu fazlasıyla kanıtladı. Hiç kimse bizim İstanbullu Garen gibi beş dilde dünyayı dolaşamaz, çünkü onun yaşama serüveninde azınlık insanlarının trajedisini gördüm ve Garen Anadolu mozaiğinin büyük bir zenginlik olduğunu bir kez daha gösterdi bana. Asıl söylemek istediğim buydu.

San Giovanni, bu mektupları size yazmamı tuhaf karşılıyor olabilirsiniz. Sizi tanımamış olsaydım Pavese'ye yazardım. Belki Pavese'nin izini bu topraklarda süren Tezer Özlü'ye, belki de Nedim Gürsel'e, kim bilir? Ne var ki sizi tanıdım, Torino bulvarlarında, ILO Eğitim Merkezi'nde İtalyanların sabırsızlıkla sizi beklediklerini görünce kararımı verdim. Siz hiç yazdınız mı bilemiyorum, yazdınızsa bilirsiniz, bir şeyler yazmak da insanı huzursuz ediyor. Yazmak, bir yanıyla intiharın kıyısında dolaşmak, bir uçurumun başında dans etmek, bir yanıyla küçük bir yelkenliyle açık denizlere açılmak gibi bir şey. Derinlerde çözemediğim bir şey var, beni kendine çeken. Derinlerde, çok derinlerde ama. Yazmasanız olmuyor, yazdığınızda da bir süre sonra her şey eskisi gibi yeniden başlıyor. Galiba rahatsızım. Her öykü öncesinde böyle olur. Neden, kimden rahatsızım, bu soruları yanıtlamak kolay değil. Belki bu sorulara yeni yanıtlar bulmak için yazıyorum, size içimi dökmek, İtalya'da yalnızlığımı varlığınızla eksiltmek için belki de.

3

San Giovanni, kampusteki odamdan kente bakıyorum. Dışarıda güneşli bir hava var ama birazdan yağmur bulutları Alpler'in üzerinde toplanır. Birazdan yağmur başlar, Po'nun rengi çamura döner. Bunu bu yabancı kentteki birkaç günlük deneyimimden biliyorum. Odamda fır dönüyorum, duş almak rahatlatmıyor, canım sıkılıyor. Bir süre İtalyan televizyon kanallarında geziniyorum. Bir çanta dolusu kitap okunmayı bekliyor. Pavese'nin Yaşama Uğraşı'nı, usta yazarın yaşadığı bu kentte bir kez daha okuyabilirsem bu bana yeter. Birleşmiş Milletler toprağında kitabı bu kez sondan başa doğru karıştırıyorum. Pavese, "Leone, Pintor, hatta Berto kadar ölü olmak, zamanın dışında konuşmak, herkes tarafından anımsanmak için" yazıyor. Ben niçin yazıyorum? Belli bir mekânın ve zamanın çekim alanından kurtulamadığım için, unutamadığım yüzler ve sözler için de. Gruptakilerin bir bölümü yan taraftaki odada rakı sofrasını hazırladılar bile. Ötekiler ellerindeki broşürlerden yakın çevredeki barların araştırmasını yapıyorlar. Ne rakı sofrası ne de barlar çekiyor beni. Odamda yalnızım. Sigaramı tüttürüyor, İtalyan şarabımı yudumluyorum.

San Giovanni, size itiraf etmeliyim ki çekilmez biriyim, kendime katlanamadığım zamanların gitgide arttığı duygusuna kapılıyorum. Okudukça, yazdıkça, yaşadıkça yazmak güçleşiyor, daha zor yazıyorum. Yaşamaksa başlı başına sanat olmaya başladı. Beni yanlış anlamayınız San Giovanni, birçoğuna göre dopdolu bir yaşantım var; Ankara'da yaşıyorum, sık sık yolculuklar yapıyorum, bir alandan öteki alana geçiyorum, onlarca öykünün, ilişkinin arasında geziniyorum, toplantılarda, otellerde, mitinglerde okuyor, düşlüyor, yazıyor, edebiyatla yaşamak yaşamakla çalışmak arasında kendimce bir denge kurmaya çalışıyorum, Yüksel Caddesi, Engürü Kahvesi, Mülkiyeliler Birliği gibi mekânlarım, kuşatılmış, terk edilmiş mevzilerim, elbette kurtarılmış bölgelerim, başkentin yalnızlığında yalnızlığın başkentinde aşklarım, yalnızlıklarım var, ve yaşayan, yazabilen için gereksinim duyulan temaların, coğrafyanın her yerde olduğunu, biraz da bu aşkların, bu yalnızlıkların, bu kavgaların, bu rahatsızlıkların yazma eylemini kamçıladığını düşünüyorum. O zaman eksik olan ne? Bu sorunun yanıtını Freud'cuların `nevrotikhayvan'ında aramak gerekiyor belki de. Pavese gibi intihar etmeyeceksem, ki intihar etmeye hiç niyetim yok, yaşayıp yazmalı yazıp yaşamalı, belamı ya da mevlamı bulmalıyım.

San Giovanni, şimdi düşünüyorum da, başka şeylerle birlikte intikam almak için de yazıyorum galiba. Bunu ilk kez burada, Torino'da fark ediyorum. Rahat durmuyorum, kavgalar ve intikam duygusu hayata ve yazıya tutunmamı sağlıyor. Bir süredir hayatın problem çözme alanı olduğunu hissediyorum (yaşadıkça, yazdıkça ne çok problem, ne çok rahatsızlık!). Öyleyse can sıkıntısı da problem çözme alanı, yazı bir tür self-terapi olabilir gibi geliyor bana. Peki, ya yazı can sıkıntısına yanıt vermezse, yazı büyüsünü kaybederse... Pavese'nin kentinde bunu düşünmek bile istemiyorum. Evet, intihar etmeyeceksem yazmalı, yeni bir öyküye başlamalıyım. Uyumsuzluk, intikam duygusu ve düşler yeterince yol gösteriyor bana. Tek yapmam gereken şey yazıyla yaşamı birbirine feda etmemek, yüreğimin sesini dinlemek. Peki kadın, daha doğrusu bir sevgili olarak kadın, kadın öykü kişisi nerede? Onu İstanbul'da, `Cumartesi Anneleri'nin arasında bıraktığımı söylemiştim. Ben polis barikatını hızla aşarken, sevgilim, 56. toplantısını sessiz bir kalabalıkla gerçekleştiren kayıp yakınlarının arasında yerini aldı (gözaltında kaybolan yakınlarının fotoğraflarıyla eylemlerini sürdüren anneler, babalar, kardeşler ve sevgilim; benim için unutulmaz bir fotoğraf, dünya kamuoyu için kaçınılmaz bir yüzleşme). Neredeyse her öykümde bir kadın öykü kişisi olurdu. Kadınsız bir hayat, kadınsız bir öykü düşünemezdim. Bizim GarenKokçiyan'ın deyişiyle kampusün yanındaki caddede arabalı müşteri bekleyen paçozlara kaldım. Öykülerimin sevgililere yazılmış birer mektup olduğunu kim söyledi? Tabii ki o deli çocuk! Nevizade Sokağı'ndaki lokantaların birinde, yanında sevgilisi de vardı üstelik. Her akşam doğuda ölenlerin yerine öldüğünü, her sabah yeni ölümlere uyandığını haykırıyordu. Türkiye'de yaşamaktan utandığını... Bir sabah kendi ölümüne uyanacağı günlerin çok uzakta olmadığını seziyordum. Uçağımız havalandı ve bütün bunlar İstanbul'da kaldı. Dışarıdaki paçozlarla birlikte grubumuzdaki iki kadına katlanmak zorunda kaldım ben de.

4

San Giovanni, sizin kente geldiğimizin ilk hafta sonunda İtalya'yı batıdan doğuya, kuzeyden güneye doğru kat ettik. Cumartesi günü Torino'yu Venedik'e bağlayan A 4 otoyolunda şiddetli bir yağmur yakaladı bizi. Milano'yu puslu uzak bir resmin içinden geçtik. Autogrill'ler boyunca yol aldı minibüsümüz. Sebino, Scalgilera, Limena... Yağmurlu bir günde çan kuleleriyle kiliseleri, kiremit çatılı evleri geride bıraktık. Gün ışıksız, köyler, kasabalar hareketsizdi. Sonunda Venedik'e puslu başka bir resmin içinden girdik. Gondolları, kanalları, köprüleri ve Napoliten aryalarıyla insanı baştan çıkaran, büyüleyici bir kent Venedik. Grubumuzdakiler hediyelik eşya satan dükkânlara girip çıkıyor, durmaksızın fotoğraf çekiyorlardı. Saatler süren yolculuk, birkaç parça hediyelik eşya satın alabilmek, Venedik'i film karelerine sığdırabilmek, kısa geziyi hızla Venedik hatırasına dönüştürebilmek için yapılmıştı. Anlayacağınız, Venedik Venedik'in içinde bir düştü sanki! Asma köprülerde gezinen, San Marco Alanı'nı dolduran, birkaç yüzyıllık yapıları inceleyen kalabalığın arasına karışmak, açık hava müzesini andıran Venedik'in içinde kaybolmak, kenti, insanları ve kendimi keşfetmek için dayanılmaz bir istek duyuyordum ama saçmalıklar dizisinin bir tutsağıydım. Venedik tuhaf bir çaresizlik ve tutsaklık duygusu uyandırıyordu. Venedik'te de grubun kuşatması altındaydım. Çare tükenmişti. Bir sosyalist olarak böyle zorunlu kolektivizme lanetler yağdırıyordum. Bu Venedik batmaz San Giovanni, Venedik'te suları yükselen de batan da benim.

San Giovanni, pazar günü Torino-Cenova yolunda tünellere girip çıkıyoruz. Bu kez hazırlıklıyım; gidiş yolu boyunca kendimi şaraba, kedere ve tütüne vurdum. Aşk uzaktı, sevgilim uzaktaydı. Dönüşte, Cenova'da manzaranın maviden kızıla dönüştüğü bir kartpostalda Torino yolundayız. Yol boyunca gördüğümüz ormanlar, villalar, motosikletliler geride kaldı. Minibüsümüz dağları delen Ferhat, Cenova dağlar arasında bir saklı kent... Gözlerimde değişen manzaralarla kartpostallar biriktiriyorum. `Unutturamaz seni hiçbir şey / Unutulsam da ben / Her yerde sen / Her şeyde sen / Bilmem ki nasıl söylesem.' Minibüsü kullanan `Komutan Sıfır' bir şarkı mırıldanıyor. Ötekiler yorgun düştüler, uyuyorlar. Şarkının sözlerine inat kendimi unutturabildim nihayet. İşte mutluyum, mutlu denilebilirse. Venedik'te satın aldığım maskeyle oyalanıyorum şimdi de. Şarap, tütün, maske ve kartpostallar birbirini tamamlıyor. Yüzler yoksa maskeye de gereksinmem yok, ama yüzler, çokyüzlü yüzler, ilkel davranışlar, ucuz duyarlıklar uygun bir maske ve geniş bir yürek istiyor. Kendimi bu kez suratsız buluyorum. Hiç kimse benim gibi suratsız ve yalnız olup hayata bu denli tutunamaz, çünkü yalnızlığın cennetim ve cehennemim olduğunu biliyorum.

5

San Giovanni, size `Komutan Sıfır'ı, daha doğrusu `Komutan Sıfır'ın küfürlerini anlatmak istiyorum, beni biraz olsun oyalayan, sıkıntılarımı hafifleten. Ötekileri değil (karafatmalara nasılsa her yerde rastlarsınız, insanda yalnızca tiksinti uyandırırlar, hepsinin canı cehenneme!). Bildiğiniz gibi, `Komutan Sıfır' Nikaragualı komutan Eden Pastora'nın lakabı, hani devrimden sonra Sandinistalara karşı savaşan Kontraların lideri, grubumuzun sorumlusuna bu lakapla sesleniyorum ki bu onun hoşuna gidiyor. Bizim komutan safkan Türk, Madımak Oteli'nde şair Metin Altıok ve Behçet Aysan'ın da aralarında bulunduğu otuz yedi kişiyi yakanların hemşerisi. 2 Temmuz 1993 Sıvas yangınını ve ateşini anımsattığımda utancın derin gölgesi düşüyor yüzüne. Ne kadar üzgün görünse de yüzü taze bir yarayı kanatıyor durmadan.

San Giovanni, `Komutan Sıfır' eski bir Güven Partili. Turhan Feyzioğlu'nun nesli tükenmiş hayranlarından biri. Herkesten daha fazla vatansever. Sıkı rakı içen, iyi lokma atan, gün yüzü görmemiş küfürler savuran, namaz da kılan tatlı bir kaçık. Torino'yu keşif gezilerinden birinde parkın banklarında sevişen bir çiftten gözlerini ayıramayıp, bu kentte `ekonomik sevişme'nin kaç liret ettiğini Garen'e soracak kadar da gözü dönmüş biri (tehlikeyi sezen Garen'in kahkahalarla gözden kayboluşu, zavallı Carmenciğin şaşkın bakışları). "Götoş," götoş diyor `Komutan Sıfır' sinirlendiğinde, sevindiğinde. Hoşlanmadığı olaylar, kişiler karşısında nasıl küfrettiğini siz tahmin edin artık. `Komutan Sıfır'ın küfürlerinden payını alanlar; Torino caddelerindeki kadınlar, kadınların üzerindeki giysiler, giysilerin içindeki kösnülü vücutlar, Po kıyısı boyunca uzun yorucu gezintiler, aniden bastıran yağmurlar, Malezyalı Krishnan'ın köpeksi takipleri, tadı beğenilmeyen yemekler, parklarda köpekleriyle dolaşan yaşlılar, FIAT fabrikalarını gezdiren işveren temsilcisi, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda doyurucu olmayan açıklamalar, çıplak kadın resimlerinin yapıştırıldığı tezgâhlar, İtalya'nın Avrupa Kupası'ndan elenişini konuşan işçiler, FIOM'u ziyarette işçi yoldaşların konuklarından Allahın bir suyunu bile esirgemeleri, geceyarısı gidilen barlar, Venedik'te yapılan alışverişler, dilimle satılan karpuzlar, beş bin liretlik sigaralar, trafik kurallarına uyan yayalar, sürücüler, yeşil avlulara açılan kapılar, Carmen'in göz hapsinde yapılan dersler, espresso'lar, cappuccino'lar, zenciler, Bulgarlar, Araplar ve elbette ViziPriyatti programının yarı çıplak kadın sunucusu ve yazamadığım başka şeyler. `Komutan Sıfır'ın küfürleri, tükürüklü bir ağızdan yuvarlanarak kopup geliyor, bir ağız dolusu ve hedefe doğru, insanlara ve nesnelere çarpıp, sıkıntıları, boşlukları silip götürüyor. `Komutan Sıfır'la küfür ve gülme zamanları, grupla aramda kurulan tek köprü, boşlukları ve can sıkıntısını böyle savuşturuyorum (`Komutan Sıfır', ILO Eğitim Merkezi yöneticilerinin verdikleri veda yemeğinde bir teşekkür konuşması yapıyor; şarap kadehini oradakilerin şerefine kaldırıp dünya halklarına barış, kardeşlik ve dostluk dileklerini iletiyor, kendisini çılgınlar gibi alkışlıyoruz). San Giovanni, Torino'da günler böyle geçiyor. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda, bizim `Komutan Sıfır'la küfür ve gülme zamanlarının hayatımızı biraz daha kolaylaştırdığını, biraz daha çekilir kıldığını söyleyebilirim. Ve bu zamane faşistine tüm dünyanın gereksinmesi olduğunu.

6

San Giovanni, dersler dışında zamanımın büyük bir bölümünü Po Nehri'nin kıyısında geçiriyorum. (ILO Eğitim Merkezi'nde yaptığımız derslerde ana konu sendikal eğitim ve araştırma, bu arada ILO'nun yapılanması, uluslararası sözleşmeler ve tavsiye kararları anlatılıyor, sık sık işyeri gezilerine çıkıyoruz. Derslerimize giren ShoyaYoshıda, grup adına kendisine sunulan Türkiye raporunda yer alan sosyoekonomik göstergelere şaşırıyor. Ya basın ihlalleri raporu sunulsaydı ne yapardı acaba? Türkiye'de çalışan çocukların, İstanbul'da sayıları her geçen gün artan sokak çocuklarının sorunları anlatılsaydı? MelDoyle gibi lafı dönüp dolaştırıp İngilizlerin İtalyanlara attığı gole mi getirirdi dersiniz? 13 yaşın altındaki çocukların belirli işlerde çalışmaları ilk kez nerede ve ne zaman yasaklandı, biliyor musunuz Mr. Doyle? Venedik ve 1396 yılı bir şey ifade ediyor mu? Is everythingallright, Mr. Doyle? İşte size bir gol, Mr. Doyle!) Bir başıma uzun yürüyüşlere çıkıp nehrin iki yakasında kros yapanları, bisikletleriyle dolaşanları izliyorum. Kanolarında kürek çekenleri. Bilmediğim bir dilde buyruklar yağdırıyor adamın biri. Kano suları hızla yarıyor. Güneş bulutlarla verdiği mücadeleyi kazanıp ortaya çıktığında ağaçların gölgesi Po'ya, Po'nun ışıltısı ağaçlara vuruyor. Sularla ağaçların oynaşmasını izliyorum bir süre. Kendimi uzaklara dalgın bakarken bulduğumda sık sık yaşadığım zamanın dışına çıktığımı düşünüyorum. Bir tür ruh dinginliğini zamanın dışında yakalıyorum. Oysa peşimizi bırakmıyor zaman, biliyorum, pusuda bekliyor bir düşman ya da acı söyleyen bir dost gibi ve gövdemize, belleğimize savuruyor oklarını ince ince, kavgaları, ölen arkadaşları, terk edilen kentleri, kadınları, yolculukları, özlemleri, çaresizlikleri, savrulmaları, bir Torino sağanağı gibi değil ama, ince ince yağan bir Ankara yağmuru gibi (bu hep böyle mi olur San Giovanni?). Elimde değil, insanı tüketen konuşmalardan hoşlanmıyorum. Hele, gündelik kaygılarıyla dar hayatlarına saplanıp kalmış bizim erkekler saz topluluğu arasında geçen konuşmalar tam anlamıyla bir cehennem hayatı yaşatıyor bana. Türkiye'nin herhangi bir köşesinde, kahvelerde, meyhanelerde, resmi kurum ve kuruluşlarda insanın gırtlağını sıkan konuşmaları burada, sizin kentinizde sürdürmek, harcırah hesapları yapmak, hediye listesi tutmak filan bana göre değil. Zaman oklarını üzerimize ince ince savuradursun, hayat devam ediyor işte San Giovanni. ILO Eğitim Merkezi'nin konforlu sayılabilecek öğrenci odalarında Pakistanlı Müslüman kardeşlerle, Nijeryalı feminist kadınlarla iki lafın belini kırıyoruz. NusratFateh'in şarkıları eşliğinde OldEngland marka ucuz viski içmek, şeriat, sosyalizm ve ülkelerimizin geleceği üzerine konuşmak bir parça olsun bizi mutlu ediyor (safları, içki masalarını sıklaştıralım çocuklar, yoksul ruhlarımız biraz huzur bulsun!). Kano, Po'nun sularını yarıp uzaklaşıyor. Belleğim zaptedemediğim _bir _sar-

<TG1>kaç, bir ileriye bir geriye deviniyor, tuhaf bir hüzünle sevinç arasında gidip geliyorum. Köpekleriyle gezintiye çıkan İtalyanlar uzaklaştılar. Bisikletliler de görünmüyorlar. Ya çocuklar? Çalışan çocuklardan söz etmiyorum bu kez, çocuklar deyince, Torino'nun, hatta Venedik'in çocuksuz bir kent olduğunu düşünüyorum. Çapkın erkekler, o esmer dilberler, çalışan çocuklar (bir gol daha Mr. Doyle!), benim bildiğim İtalya, Çizme'nin güneyinde kalmış olmalı. Bana ne yazık ki ülkenin kuzeyi düştü. Cenova, Torino, Milano ve Venedik. Zengin İtalya! Dünya bölünüyor, ben bölünüyorum. Şimdi de Umberto Borsi rahat bırakmıyor yakamı. Başka ülkelerde olduğu gibi ırk, din, dil, mezhep değil, yoksulluk bölüyor İtalya'yı. San Giovanni, beni duyabiliyor musunuz? Borsi İtalya'yı bölüyor, başkaları başka ülkeleri; dünya bölünüyor, Po'nun kıyısında ben bölünüyorum ve kalbim güneyde, yoksul İtalya'da kalıyor.

7

San Giovanni, Birleşmiş Milletler toprağına yine akşam karanlığı çöktü. Torino'da ve İtalya'da son akşamlarımı yaşıyorum artık. Sigaramı yaktım, teneke kutudaki biramı yudumlayarak kampüsü dolaşıyorum. Yanıma yaklaşan biri selam verip "Arap mısın?" diye soruyor. Bir an şaşırıyorum. Esmer ve bıyıklı olduğuma bakılırsa soruyu soran yabancı pek haksız sayılmaz. Toparlanıyorum. Hafif bir tebessümle nüfus kâğıdımın gerektirdiği yanıtı veriyorum. Karanlıktaki yüz beklemediği yanıt karşısında şaşkın, oysa kendinden o kadar emin ki... Bir İtalyan sigarası uzatıp gönlünü almaya çalışıyor, yaşadığım çelişkiden kurtulmak istiyorum. Bir an anımsıyorum; Adana'nın köylerinden birinde dünya güzeli yaşlı bir kadın öteki dünyaya göçüyor, bir çocuk büyüyor, çocuk büyüdükçe, şu iki günlük dünyada ölen babaannesiyle ortak bir dille, ana diliyle hiç, ama hiçbir şey konuşamadığını anımsıyor, anımsadıkça üzülüyor. Karanlıktaki yabancı birazdan başlayacak olan Arap Gecesi'ne davet ediyor. "Fark etmez gel," diyor, "ne olursan ol gel, bol bira var." Ve yanıtımı beklemeden uzaklaşıyor. Olup bitenleri anlıyor musunuz San Giovanni, siz anlarsınız, buranın azizisiniz, bölgenin kurtarıcısı, şimdi ben de bir kurtarıcı arıyorum (San Giovanni neredesiniz, gelecekseniz gelin artık!). Kısa bir süre için de olsa insan köklerini, toprağının iklimini, ülkesinin insanlarını arıyor. Bir öykücünün ana dilini, sözcüklerini araması gibi bir şey. Şimdi de çok uzaklarda, çocukluk coğrafyamda özgeçmişimi, ana dilimi ve babaannemi arıyorum. Bunu anlıyorum anlamasına ama soru anlamsızlaşıyor, kimliğim, köklerim anlamsızlaşıyor, gitgide anlamak anlamsızlaşıyor. Adamın gittiği yönden Arap ezgileri yayılıyor ılık Torino akşamına, bir banka çöküp ezgilerin akışına bırakıyorum kendimi. Karşı yakada bir kadın dünyanın bütün dillerinde aynı kahkahayı atıyor. Yukarılarda bir yerde BasilicadiSuperga, ışıklandırılmış, hemen önümde Po Nehri, kulaklarımda yankılanan kahkaha geceye yayılan ezgilerden koparıyor beni. Derken, gökyüzüne doğru alevler yükseliyor, alevleri alkışlar ve ıslıklar izliyor. Monumento a VittorioEmanuele'de boğayı ateşe vermiş olmalılar. Demek sonunda geldiniz San Giovanni. Eğer geldinizse kapımı iki kez çalın, iki kez çalın San Giovanni. Büyüksünüz San Giovanni! Sonunda geldiniz, beklenen gelmiyor ama. NerdesinCarmenBenitez, seni çirkin ve cahil Perulu? Hani söz vermiştin, CafeElenã'ya gidecektik, hani gelecektin...

San Giovanni, Po her zaman böyle bulanık mı akardı, ıhlamur ağaçları böyle baygın mı kokardı, böyle rezil bir şey miydi yalnızlık yine? Siz geldiniz, beklenen gelmiyor. Torino'da yine yalnızlığın hemşerisiyim. Ah San Giovanni, ahh!

AŞKTAN BAŞKASI

Gogoglobalmarch! 98 Mayısında bu sloganı atan Asyalı çocukların arasında seni anımsamak çok güçtü. Uzun bir yolculuğun içinde, değişen yürüyüş programının arasından, işyeri ziyaretlerinden sağlık taramalarına, sabah kahvaltılarından akşam yemeklerine, otobüslerden taksilere uzanan, küçük bir boşluğa bile meydan vermeyen telâşlı bir koşturmacada seni anımsamak çok güçtü gerçekten. Fakslar, telefonlar, toplantılar birbirine karışıyordu, ve kalbim durgun akan bir suya benziyordu. Kimberly vardı, hani İran sınırından Türkiye tarafına geçer geçmez başörtüsünü atıp kollarımıza atılan Amerikalı kadın, kısaca "Kim," diye çağırdığımız. Kamboçyalılar, Filipinliler, Nepalliler, Hintliler, Pakistanlılar, Bangladeşliler de vardı. Grubun sözcüsü Nepalli Tarık. Bizimkiler. Galiba bir sen yoktun o zaman, doğudan batıya hareket halindeki yürüyüşçülerin arasında, bir tek sen yoktun. Belki de sen yoktun. Sloganlarımız vardı ama. Hiç alışmadığımız biçimde pankartlarımıza ve posterlerimize eskortluk yapan polis arabaları. Dağlarda olduğunu bildiğimiz gerillalar. Asyalı çalışan çocukları korumak üzere jandarmanın da aramıza katıldığı oluyordu. Ağrı'da, Uzundere'de. Jandarma biz sosyalistiz, diye marşlarımızı söylediğimiz günler gerilerde kalmıştı. Erzurum'dan geçiyorduk. Jandarma dost most dinlemez, dipçik darbeleriyle omuzlarımızı çürütürdü. O zamanlar sen küçüktün yavrum, bunları bilemezdin. Çenemin düşeceğini, çok uzak olmayan günün birinde, yüzüme yapıştırılan bir maskeyi çıkarmak için çabalayıp hikâyemi sana anlatacağımı ben de bilemezdim. OSTİM, Abdi İpekçi Parkı, Kadıköy İskelesi, Taksim, başka yerler, başka yollar bizi bekliyordu. Dünyanın doğusundan, güneyinden Avrupa'ya doğru hareket halindeydik. Geçmiş, gelecek, arkadaşlarımız, ailelerimiz, aşk filan henüz uzanamayacağımız yerlerdeydi ama yine de sloganlarımız vardı, içeriği biraz değişmiş olsa da sloganlarımız: Gogoglobalmarch! Wewanteducation! Yabancı küçük ağızlarda: Çocuk işçiliğine hayır!

Yürüyüş günlerinde seni anımsamak güçtü. `Küresel Yürüyüş'ün Türkiye bölümünde Le Bogart diye bir bar yoktu ki, Cenevre'de bir gece elimi tutan, daha sonraları `küçüğüm' diye çağıracağım o genç kadın, sen yani, yoktun. Bryan Adams'ın parçaları eşliğinde içilen Bold marka biralar, Alpes Sokağı'ndan Leman Gölü'ne doğru yürüyen iki siluet, gökyüzüne uzanan fıskıyenin hemen yanı başındaki parkta sevişmelerimiz de yoktu. Nasıl olabilirdi ki, işlerimiz, evlerimiz, toplantılarımız, kredi kartlarımız ve cep telefonlarımızla zavallı bir dünyanın uysal köleleri olmuştuk ve yasaklar o kadar çok şeyi kapsıyordu ki, ellerimizde oyuncaklar, büyük bir suyun içinde kendi karasularımıza hapsedilmiş gibiydik.

Hazirana doğru yürüyüşün Asya kolu Cenevre'ye ulaşıp Afrika ve Latin Amerika kollarıyla birleşince sen de benimle birleştin. Le Bogart'da. Bir kavgadan, bir dernekten, bir partiden değil, `Küresel Yürüyüş'ün içinden çıkıp gelmiştin. Siyah saçların, kiraz dudaklarınla. Devrime inanıyordun. Ben geçmişin, sen geleceğimdin. Devrime inanmana inandım. Hesapsız kitapsız sana hikâyemi anlattım. Hikâyemiz böyle başladı. Çırılçıplak. Bir otel odasında orta yaşlı adamla genç kadın; bir Fransız filminin başrollerini paylaşan oyunculardık. Gençliğinle yorgun gövdemi sarıp sarmalıyordun. Havaalanının yanındaki buğday tarlasında uçaklar kalkıp iniyordu. İçimden uçaklar kalktı. Buğday tarlasında kara bir ormana daldım. Rüzgâr buğday başakları üzerinde esiyordu. Kasıklarının altında uslu bir hayvanın kara yeleleri üzerinde estim. Yoldan arabalar, traktörler geçti. Havayı yırttı motosikletlilerin egzozları. Karşı tepede değişen Van Gogh'un buğday tarlalarıyla gün akşama durdu. Bahtımın rüzgârına kapılmış savrulurken aşkın ayak seslerini duydum. Takıldım peşine. Aşk beni Kafka'nın Prag'ına değil, Cenevre'ye, sana götürmüştü. Hiç bıkmamacasına yumuşak tenine dokundum, sarıldım sarıldım, doyamadım.

Şimdi seni anımsamak yine de güç. Seni anımsamak, The Marmara'daki toplantıya katılan yüzler arasından benim için gerekli olanı, senin yüzünü bulup çıkarmak gibi bir şey. Bildik tanımadık insanlarla karşılaşmak, zamanı titreye korka geriye almak, düşünüp kalmak. Profesörler, genel müdürler, işçi temsilcileri konuşuyor, tartışıyor, çocuk işçiliğinin önlenmesi konusunda büyük laflar ediyorduk. Keşke çocukları kurtaracağımıza inanabilseydim. Bunu ben söyleyemesem de gözlerim söyleseydi. Umutları karartmadım tabii. Canım sıkılıyordu, sık sık Boğaz'a, Çamlıca tepelerine kaçtığımı anımsıyorum. Ama seni o toplantıda anımsamak yine de güç. Hem o gün dudakların bu kadar kiraz değildi ki, kollarımın arasında gülümsedikçe dudakların kirazlaştı. Seviştikçe güzelleşenin sen olduğunu biliyordum artık. Cenevre'den önce bunları bilemezdim. Çünkü sen dokunamayacağım uzaklıkta, bakamayacağım yakınlıktaydın. Çünkü Üsküdar'dan Beşiktaş'a kalkan vapurlar Beyoğlu'na, edebiyat konuşmalarına götürürdü beni. Akşamları yemek masalarından kaçar, Boğaz'ın sularında uzaklaşırdım. Rüzgâr gözlerimi yalardı. Bilmediğim bir yağmuru gözlerimde hissedişim demek o vapur yolculuklarındanmış. Karşı kıyılarda belli belirsiz çizgilerle Asyalı küçük canavarlarla birlikte uzaklaşan sen miydin, yoksa ben mi, ikimiz olmalıydık. Yanında sorumluluk duyduğun insanlar olurdu, farkındaydım, muhtemelen elin kolun bağlanır, sözcüklerin kilitlenirdi, bense kaçar uzaklaşırdım. Kimden, niye kaçardım, bilemezdim. Ama aşk uzaklaşamazdı, aşk kaçamazdı ki, aşka kim yasak koyabilirdi, aşkına, açtım, doymadım, doyamadım, doyamazdım.

Bir gece L'étoile Oteli'nin bir odasında çırılçıplak yatıyorduk, pencerede dinmeyen bir yağmur vardı, öylece dalgın, yağmurun sesini dinliyordun. Rio Oteli'nde de böyle olmuştu. Garın önündeki otobüs duraklarında, Meyrin'e, dünya çocuklarının yanına yolcu ederken. Yağmurlar senin için yağardı, bunu da anladım. Yağmurları çağıran sendin. Cenevre sular içinde yüzerdi, içinde sağanaklara yakalanır ıslanırdım. Sırılsıklam ıslanırdım. Seni böyle sırılsıklam saran kimdi, sımsıkı, bunu kendime çok sordum, seviştiğim sen miydin, yoksa gölün kıyısındaki saatli parkta çimenler çiçekler mi, kuşlar ağaçlar mı, bunu çok sordum. Otel odalarında pencereye, yağmura doğru yürürdün. Seni bulmuşken kaybedebileceğimi ilk o zaman düşündüm. Yağmura yürürken. Gökyüzünde çakan şimşekler çıplak vücudunu maviye boyardı. Ardından bakar bakakalırdım. Kente düşen gök gürültüsüne kapardım gözlerimi. İçime düşen ince bir sızıya.

Cornavin Alanı'nda, Mont-Blanc Köprüsü'nde, adını bilmediğimiz yerlerde kâh sarılarak, kâh bakışarak, kâh öpüşerek dolaşırken nasıl da mutluyduk. Rotayı sık sık değiştirip sokaklara, parklara dalardık. Tramvay yolundan gölün kıyısındaki parka, parktan köprüyü geçip Alpes Sokağı'na doğru yürürdük. Leman Gölünün kıyısında yürürken karşımıza eski bir bina çıkardı. Büyük bir kapıdan yeşillikler içindeki iç avluya geçerdik. Cenevre uyurdu, evlerinde insanlar uyurdu, bir biz uyumazdık, bir de kuşlar. Sabahın sessizliğini ilk kuşlar bozardı. Belki bir de Le Matin gazetesi dağıtan çocuk. Avluda, bir ağacın altındaki bankta oturuşun öylece gözümün önünde. Fotoğrafını çektikten sonra gelip yanına oturmuştum. Terminus Oteli'nde, Forumeyrin'de bizi beklerlerdi. Ailesel, işsel zorunluluklarımızdan yakamızı kurtardığımız söylenemezdi ama bunları konuşmazdık, sessiz bir uzlaşmayla geçiştirir, başa geleceklere aldırmazdık. Yüzlerin, gölgelerin kurtarılmış bir zamana sızmasına nasıl izin verebilirdik ki, aşk özgürleştirirdi, sen özgürleştirirdin beni. Bir şarkı mırıldanırdın, beni alıp uzaklara doğru götürürdün, seni alıp kaçardım. Gara, sabahçı kahvesine doğru iki yabancı sarmaş dolaş yürürdü, Le Matin dağıtan çocuğun şaşkın bakışları altında. Seninle tanıdığım korku bir kez daha yoklardı, en olmadık zamanlarda, üstelik yanımdayken. İtiraf etmeliyim, korkuyordum, şimdi de korkuyorum, hayatımda ilk kez bir kadını kaybetmekten korkuyordum. Gideceğini biliyordum. Gidecek olan kadın Meyrin'de, otobüs durağında beklediğim kadındı, tuhaf, o da sendin. Kaç otobüs geçti kaç, 9 numaralı kaç otobüs. Meyrin'de de tutkuyla, korkuyla bekleyen bendim. `Kara para'nın merkezinde hava yavaş yavaş nasıl kararırmış gördüm. Apartman dairelerinde ışıklar birer birer nasıl yanarmış. Meyrin durağı dolup dolup boşaldı, bir yabancı seni bekledi, kulağına fısıldadıklarının aksine hiç kimse polise ihbar etmedi. Sonunda sen geldin ama, karanlığın bir kente yavaş yavaş çöküşü, bir korkunun kalbime halka halka dağılışı kaldı Meyrin'den geriye.

Giuseppe-Motta Caddesi'nden Birleşmiş Milletler binasına doğru yürürken de seni anımsamak güç. Seninle görüşmeyeli, sarılmayalı dokuz saat geçti, kentin uzak iki köşesinde haberleşmeyeli tam dokuz saat. Özgür Çağdaş'la görüşmeyeli yirmi yıl. Belli bir yer, belli bir saat, belli bir eylem ama korkuyorum; kalabalıkta seni ya bulamazsam, ya hastalandıysan, ya beni bekleyen toplantıya katılamazsam, ya AssefaBequele'yi dinleyemezsem, ya Özgür'ün gözümün önüne getirdiği 70'li yılların Erzurum'undan kendimi kurtaramazsam, bütün ilk'ler gibi titriyorum, seninle birlikte olduğumuz ilk gecenin ateşiyle titriyorum, yüzümü ter basıyor. İşte geçmiş olanca ağırlığıyla beni Cenevre'de de buldu, yirmi yıl sonra. Yirmi yıl sonra beni kilometrelerce uzakta bulan Özgür Çağdaş'la birlikte Terminus Oteli'nden Manolya-2 lokantasına yürüyoruz. Mülteci, yeni girişimci Türkleri kanıksadım artık. Dönerleri, Adana kebapları. Özgür'ü, seni değil. Geçen yılları, eski arkadaşları birbirimizin gözlerinde, saçlarında arıyoruz sanki. Onun feri sönmemiş gözlerinde daha çok. Erzurum'u bir saate sığdırabilir miyiz, bir hayat bir saate sığabilir mi, aşkını geniş bir zamana taşıyabilir miyim, sorularla sana doğru yürüyorum, sabah saatin sekizi, Özgür `bizimkiler'in Almanya'da düzenleyecekleri mitinge katılmaya hazırlanıyor, sahi `bizimkiler' kim, ben seni bulup bulamayacağımı düşünüyorum. Oysa belli bir yer, belli bir saat, belli bir eylem; Birleşmiş Milletler binasında toplanıp Uluslararası Çalışma Örgütü binasının bulunduğu cadde boyunca yürüyeceksiniz, saat on gibi pankartlarınızla, sloganlarınızla, farklı ülkelerden farklı kültürlerden yüzlerce çalışan çocukla birlikte konferans salonunu dolduracaksınız, onlarca delegenin alkışları arasında kürsünün bulunduğu platformu işgal edeceksiniz, "Sömürüden eğitime!" sloganları dalga dalga yayılacak salona, ben yukarılardan bir yerden fotoğraflarınızı çekeceğim, gözlerim seni arayacak, gözlerin beni onlarca delegenin arasından çekip çıkaracak, bunu biliyorum. Ama şimdi seni anımsamakta yine de güçlük çekiyorum, çünkü seni anımsamak, zamanı titreye korka geriye ileriye almak gibi bir şey. "Bugün mayınlar nedeniyle dünyada her yirmi dakikada bir kişi hayatını kaybetmektedir." Broken Chair anıtının altındaki yazı, küçülen bir dünyada yaşlanıyor oluşumuzu düşündürüyor bana, zamanın her şeyi önüne katıp sürükleyişini, sadece ayaklarımızın değil, kollarımızın, kanatlarımızın da kırık oluşunu. Erzurum'un devrimci tarihi yazılmalı diyorum Özgür'e, çok gerekli olup olmadığını düşünmeden, ya Erzurum'un devrimci tarihi yazılmalı, ya da her şeyi bombalamalı! Her şeyi kırıp dökmek geliyor içimden. Sandalyenin bir ayağı, benim bir kanadım kırık, sana geliyorum, biraz buruk ama heyecanlı. Görüşmeyeli dokuz saat geçti. Pankartlarınızla toplanmış olmalısınız, birazdan sloganlarınızı duyarım, birazdan _kalabalıkta_ seni _bulu-

<TG1>rum. Bugün mayınlar nedeniyle dünyada her yirmi dakikada bir kişi hayatını kaybediyor. Bugün küçük yaşta çalışma nedeniyle dünyada iki yüz elli milyon çocuk geleceğini kaybediyor. Seni görmediğim her yirmi dakikada kim bilir kaç hücremi kaybediyorum? Sana doğru yürürken mırıldanıyorum, ama seni anımsamakta yine de güçlük çekiyorum. Çünkü seni kaybetmekten korkuyorum. `Küçüğüm' benim, kırık ayağımla, kırık kanadımla uçur beni, uzaklara, çok uzaklara uçur...

Türkiye'ye döndükten sonra da seni anımsamakta güçlük çektim. Her şey bir hayal, bir yalan gibi geldi bana. Gürbulak kapısından Meyrin'e uzanan bir yolculukta, yürüyüşçülerin arasında yüzünü seçmekte zorlandım yine. Bir ayağını iş kazasında kaybeden Bangladeşli Khokan'ın yanında hiç olmamıştın sanki. Kim'in yanında, hararetle bir şeyler konuşurken. Seni uzaktan izlememiştim. Sen, ben, başkaları, Uluslararası Çalışma Örgütü'nün bahçesinde pankartların altında karşılaşmamıştık. Açık havada verilen konsere gitmemiştik. Fotoğrafını çekmemiştim. Bütün bunlar olmamıştı hiç. O küçük çocuklar her dilden sloganlarını haykırdılar, sorunlarının çözümünü büyüklerin insafına bırakıp kocaman bavullarıyla ülkelerine döndüler. Nepalli Tarık, adını hâlâ söyleyemediğim o Kamboçyalı kız, küçük dostlarımız birer birer ayrıldılar. Kübalılar, Nikaragualılar, hepsi. Forumeyrin mezar sessizliğine gömüldü. Meyrin sessizdi, kalbim sessiz. Yağmurları da yanında götürmüştün. Senden sonra yağmurlar ıslatmadı beni. Sırılsıklam ıslanamadım. Sımsıkı kimseyi sarmadım. Senden sonra her şey berbattı. Ne yapacaktım Terminus Oteli'nde, Plaza'nın yürüyen merdivenlerinde, Le Bogart'da, içmekten, inip çıkmaktan, içmekten, her an telefonlarını beklemekten başka. Şükür ki telefonların geldi. Birkaç dakikalık telefonların moru ala, alacakaranlığı aydınlığa, soluk yüzleri eski canlılığına getiriyordu ama yetmiyordu. Türkiye'den, İspanya'dan gelen telefonlar seni anımsatıyordu ama yetmiyordu, yetmedi, yetmezdi. Zaman geçmek bilmiyordu. Yokluğunda yorgundum. Birlikte dolaştığımız parklara gitmek gelmedi içimden. Kadınların balkonlarından sarkan sarı üzümler ilgimi çekmedi. Aklım fikrim sendeydi. Kara üzümümü istedim. Kiraz dudaklarını. Türkiye'yi unuttum, sorumluluklarımı, `Ankara Öykü Günleri'ni unuttum. Seni unutamıyordum, unutmadım, unutamazdım. Senden sonra bir tek Cornavin Alanı'na, gara gittim. Birlikte sabahı karşıladığımız o cafe'ye. Sütsüz çayımı içtim, tatsız tuzsuz. Üzerimden hızlı trenler kalktı. Trenler gidemediğimiz Paris'e kayıp gittiler. Her şeye karşın seni anımsamak yine de güç. Yerel giysileriyle Forumeyrin'i dolduran kalabalıkta seni aramak, çimlerin üzerinde otururken bulmak, habersiz deklanşöre basmak, göz göze gelip gülüşmek, hediyelik eşya satılan standları dolaşmak, küçük dostlarımızla konuşurken onları atlatmak, şaraplarımızı alıp ta buğday tarlalarına uzanan yolda yürümek, sonra sımsıkı sarılıp uçakların altında yuvarlanmak, bir tren hızla Paris'e giderken de bütün bunların hayal olabileceğini düşünmek...

Gogoglobalmarch! 98 Haziranında üç koldan gelip Cenevre'nin caddelerinde bu sloganı atan dünya çocuklarının arasında seni anımsamak güçtü gerçekten. Aşk gelip kapımı çalmasaydı. Bahtımın rüzgârına kapılmış savrulurken aşkın ayak seslerini duymasaydım. İçimde sönmekte olan bir ateşi körükledin ve aşkının peşine takıldım. Aşk artık uzanabileceğim, dokunabileceğim bir yerdeydi, üstelik biraz değişmiş olsa da sloganlarımız vardı: Gogoglobalmarch! Wewanteducation! Yabancı küçük ağızlarda: Stop childlabour! `Küresel Yürüyüş'ün içinden çıkıp gelmiştin, kiraz dudaklarınla, öptüm öptüm, doyamadım. Sayılı günler geçti ve Türkiye'ye döndün. Seninle dönmek varken neden dönmedim, neden telefonlarınla yetinmek zorunda kaldım ve neden yanımda değilsin şimdi? İstanbul Üniversitesi'nin toplantı salonunda, The Marmara'da beni soru yağmuruna tutan o genç kadını anımsıyorum. Her şeyi anımsıyorum, her şeyi, yaşadıklarımızı. Meyrin'i, standlardaki çalışan çocuk afişlerini, müzik dinletilerini, Leman Gölü'ndeki bot gezintisini, Gürbulak'tan Birleşmiş Milletler binasına uzun yürüyüşü, sevişmelerimizi... Nasıl unuturum seni? Elma diyorum elma, seni istiyorum. Beni aramanı. Çalışan çocuklar aşkına, beni ara. Cenevre'den, Le Bogart'dan. Madrid'den, Plaza de Oriente'den. İstanbul'dan, Merter'den. İçime sızı düşürdüğün bütün kentlerden. Şarkıdaki gibi, ara beni. Aşk beni şaşkına çevirdi, pusulamı, haritamı şaşırdım. Sen parolayı unutma! Elma dersem çık, Esma dersem çıkma! Ben şimdi yalnızlığın uzayan masalarında aşktan başkası diye yazıyorum, AŞKTAN BAŞKASI, gerisini Cenevre'ye, Madrid'e, İstanbul'a, senin bulunduğun kentlere esen rüzgâra bırakıyorum. Aşkı rüzgâra, rüzgârı Hôtel de L'étoile'in penceresinde yağan yağmura, yağmuru sana.    

نوشتن دیدگاه

تصویر امنیتی
تصویر امنیتی جدید

جلسات ادبی تفریحی

jalasat adabi tafrihi

اطلاعات بیشتر

مراسم روز جهانی داستان با حضور استاد شفیعی کدکنی، استاد باطنی و استاد جمال میرصادقی
جلسات ادبی تفریحی کانون فرهنگی چوک
روز جهانی داستان و تقدیر از قبادآذرآیین سال 1394
روز جهانی داستان و تقدیر از فریبا وفی سال 1395
یازدهمین جشن سال چوک و تقدیر از علی دهباشی شهریور 1395

جلسات کارگاهی آزاد

jalasat kargahi azad

اطلاعات بیشتر

تماس با ما    09352156692